23 Nisan 2013 Salı

KİM BU BEYAZ TÜRKLER VE DE NE YAPMAK İSTİYORLAR ?



Epey bir süredir basından ve diğer iletim araçlarından öğrendiğimiz kadarıyla ülkenin bir kısım kendini aydın tanımlayan kesimi, içinde bulunduğumuz ve de çok hayati önem arz eden bu günlerde barış görüşme ve sürecine bütün güçleri ile karşı çıkma çabası içindeler. Kendilerine de bir sıfat yakıştırmışlar. Beyaz Türkler!!!. Henüz daha siyah Türkleri tarif edemiyorlar. Ancak kendileri beyaz Türklerdir. Çok okur yazarlardır. Çok bilenlerdir. Onlara göre Öcalan ile devlet arasında yapılan görüşmelerde, siyasi iktidar Kürtlere bilinmeyen çok büyük tavizler vermiş, bunun karşılığında da Öcalan, yapılacak yeni anayasayla, bir nevi diktatörlüğe dönüşecek olan BAŞKANLIK SİSTEMİNİ kabul ve destekleyeceğini, gizli olarak siyasi iktidara söz vermiştir. İşin sonucunda da ülke İslami bir diktatörlüğe dönüşecek ve de Türkiye Kürdistanı ülke topraklarından koparılarak bölünmenin yolu açılacaktır.
Bu, beyzadelerin komplo teorileri. Akşamları bu düşüncelerle yatıp, sabahları da bu korku ile uyanıyorlar. Kendilerini bu senaryoya o kadar adapte etmişler ki, başkaca hiçbir şey düşünemiyorlar. Zaman zaman birebir görüştüğüm yakın çevremde dahi aynı endişeleri görüp üzülmemek elde değil. Önce işin başından başlayalım. Türkiye’de halen mevcut (düşük yoğunluklu denilen) bir savaş var mı? Bu savaşın bir an önce durması gerekmiyor mu? Türkiye'nin Kürt kökenli vatandaşları(hani kardeşlerimiz dediğiniz) yıllardan beri haksızlığa uğratılmamış mı? Sosyal, kültürel ve demokratik haklar onlardan esirgenmemiş mi? Bu sorulan sorulara hayır deniliyorsa, artık konuşulacak bir şey kalmamış, demektir. Yok, bunlar doğrudur ve düzelttirmelidir, deniliyorsa, o taktirde birazda bu beyaz tabir edilen Türklerin de ellerinin taşın altına koymaları beklenemez mi?  Sizlerin İslami görüşü ağır basan  siyasi iktidar ve onun başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili menfi görüş ve hıncınızı bilmiyor değiliz. Aranızdaki siyasi kavgayı ülkenin var olup olmaması noktasına kadar getirdiğinizi de görüyoruz. Yaptığınız bir eylem şekli var. İktidar, ne yaparsa aksini savunmak. Yapılan şeyin doğru veya yanlış olması sizin için hiç önemli değil. Önem arz eden şey, bunu mevcut siyasi iktidarın yapmış olduğudur. İşte buna karşı çıkılacaktır. Varlığınızın temeli burada yatmaktadır. Ülke iyiye mi gidecek, halkımız rahat bir nefes mi alacak, artık gençlerimiz ölmeyecek, klasik tabirle artık analar ağlamayacak, bütün bunları unutmuşsunuz.
Ey, Sayın Beyaz TÜRKLER!  Öncelikle şunu söylememe müsaade ediniz. Bu ülkede bu sıfatınız utandırıcıdır. Kendinizi halkınızdan koparıp, onlardan üstte olup, onların faydasına davrandığınızı sakın söylemeyin. TC. de yaşayan tüm vatandaşlar en az sizin kadar bu memleketi sevmektedir.  Onlar iyi ile kötüyü sizin kadar algılayamıyor, diye de düşünmeyin. İnanın sizden daha içerikli tahlil ve mütalaaları var. Ama sizden ayrı düşen tarafları şu: Kendilerini hiç kimsenin üstünde görmüyorlar ve itirazları yok bu siyah Türklerin ve Kürtlerin. Tek istekleri, bu ülkede birlikte, eşit, kardeşçe(sizin kafanızdaki gibi üvey kardeş olarak değil) insan haklarına dayalı, özgür insanlar olarak, yaşamaktır. Sizler, beyaz Türkler olarak, bu taleplerin hangisine karşı çıkıyorsunuz. Bunu, lütfen açık olarak, halkınıza deklare eder misiniz?
Önemli olan konu şu. Paranoyanız olan veya bunu gerekçe olarak göstermek durumunda olduğunuz şu –BÖLÜNME- korkusu. Yok böyle bir şey. Bin yıldır beraber yaşıyoruz. Türk ve Kürt halkları diğer halklarla beraber o kadar iç içe girmiş ki, nereyi bölecekler. Kimi kimden ayıracaklar. Burası ne Yugoslavya’ya ne de Çekoslavya’ya benzer. Anadolu’nun her bir yöresinde bütün halklar bir arada yaşamaktadırlar. Kimi yerinden yurdundan koparıp ayıracaksın? Böyle ilkel bir düşünce mi olur? Şunu bazı insanlar iyice bilmelidirler. Türkiye Kürtleri bölünmeyi akıllarından geçirmemektedirler. Ancak Anadolu’nun en ücra köşesine kadar tüm yurttaşlar birlikte ve fakat eşit olarak yaşayacaklardır. Bunu da hiçbir faşist kafa engelleyemeyecektir.
Aklımda kalan bir soruda var. Yukarıda belirttiğim beyaz Türkler arasında Siverek kökenli sayın Devlet Bahçeli ve Dersimli Alevi sayın Kemal Kılıçdaroğlu da var mı? Bu liderler de kendilerini Beyaz Türk olarak mı görüyorlar? Peki, neden bu hayırlı konuda direniş gösteriyorlar? Ülkenin bazı aydınları barış için görevlendirildiler. İşlerini bırakıp bu süreçte, halkla temas sağlayarak, var olabilecek endişeleri derleyip, çare üretme çabasındalar. Onlara destek olunacağına, bu insanları engellemek ve de bu insanlara hakarete varacak şekilde söz ve davranış göstermek gibi yollara başvurmak ne kadar adil ve yurtseverliktir? Bunu da sevgili halkımın bilgilerine sunuyorum.



AVUKAT KEMAL BİNGÖLLÜ
kemal.bingollu@gmail.com       

14 Mart 2013 Perşembe


BİZE DEMOKRASİCİLİK OYUNU OYNATIYORLAR

2011 Genel Seçimlerden önce başlayıp halen devam eden ve Türkiye halklarını çok yakından ilgilendiren yeni anayasa değişikliğinden söz edelim bu yazımızda. Daha doğrusu bir değişikliğin değil, 12 Eylül Cunta Anayasasının kaldırılıp yepyeni demokratik bir anayasanın artık yapılması ve yönetimin buna göre şekillendirilmesi, yeni çıkarılması gereken kanunların yapılacak anayasaya göre tanzim ve kabul edilmesinin  zamanının gelip geçmekte olduğu gerçeğini hepimiz biliyoruz. Bu konuda T.B.M.M. Anayasa Komisyonu’nun uzun süredir çalıştığı da bir gerçek. Meclis’de grubu bulunan siyasi partilerin hemen tamamı Anayasa Komisyonu’nda kendi ideolojileri doğrultusunda anayasa maddeleri ile ilgili öneriler sunup tartışmaya açıyorlar. Ancak takip ettiğimiz kadarıyla demokrasinin olmazsa olmaz kurallarından sayılan temsil sisteminden bahseden hiçbir siyasi partiyi henüz göremedik.

Bu konu biraz karmaşık gibi görünse de aslında gayet net şekilde ele alınabilir. Nedir karmaşık olan? Anayasa’ya göre yönetimde halkın adil bir şekilde temsil sistemi. Bu konuda bilimsel analizlere girip kafa karıştırmaya, meseleyi daha anlaşılmaz hale getirmeye gerek yoktur.  Herkesin anlayacağı bir anlatımla konuyu sunmak lazım.

Şimdi soruyorum, Meclis’de halkımızı temsil etmek için görevlendirilen milletvekillerini seçilmelerinden önce o seçim çevresinde seçmenlerden yüzde kaçı tanıyordu? Çoğunluğun tanıyıp benimsediğini söylememiz inandırıcı değildir. Seçmenimiz sadece sempati duydukları partilere ve de parti liderlerinin irade buyurdukları şahsiyetlere oy vermektedirler. Hatta bu şahıslara değil, partinin gösterdiği isimleri kapsayan oy pusulalarını götürüp sandığa atmaktadırlar. Seçmen bulunduğu bölgede beğenip takdir ettiği ve kendisini mükemmel bir şekilde temsil ettiğine inandığı şahıslara oy vermek şansına sahip değildir. O kendisine dayattırılan hiç tanımadığı adaylara oy vermektedir. Bu sistemin demokrasi ile bir ilgisi yoktur. Bunu önlemenin tek çaresi dar bölge sistemidir. Büyük şehirlerde 30-40 kişilik listelere, orta boy şehirler 10-15 kişilik listelerdeki adaylara oy vermek ne kadar sağlıklıdır ve seçmen iradesini temsil etmektedir? Halkın iradesinin bu kadar önemsenmediği, toplu milletvekilliği listeleriyle seçimlere girilen bir batılı demokratik ülke mevcut değildir. Bakınız, seçim bölgeleri daraltılıp 1 veya 2 milletvekilliğine dönüştürüldüğünde, her seçmen kendi düşüncesine en yakın ve tanıdığı, güvendiği adaya ve onun isminin bulunduğu siyasi partiye oyunu verecektir. Halk iradesinin bu şekilde daha sağlam gerçekleşeceği şüphesizdir. Tabii ki bunun gerçekleşmesi için anayasa değişikliği gerekmektedir.

Temsilin adil gerçekleşmesi için anayasa değişikliği yeterli değildir. Kesin şekilde Seçim Kanunu’nun da aynı maksatla bir değişiklik yapılmalı ve yeni anayasaya uygun şekilde, dar bölge sistemine uygun bir seçim sistemi uygulaması getirilmelidir.

Çok önemli bir konu da siyasi partiler yasasında yapılması gereken bir değişiklikle, parti liderlerine tanınan milletvekilliği tayininin kesin şekilde önlenmesi için tedbir alınması gerekliliğidir. Çok dar miktarda, %3-%5’i geçmemek kaydı olan bir kontenjan dışında, merkezden aday gösterilmesinin de önüne geçilmelidir. Buradaki kontenjan da seçim bölgesi olmayan, politik kişilik taşımamış değerli bazı bürokrat ve teknokratların hizmetlerinden yararlanılmasının zaruretinden doğmaktadır. Parti liderleri bu suretle eş veya dostlarına mecliste ulufe dağıtamayacaklardır.

Dar bölge ve buna uygun merkez yoklamalı olmayan bir sistemde, tamamen partili seçmenlerin oyları ile aday olan ve kendisine her yönden güvenilen adayların milletvekili seçilmesinden sonra demokratik temsilin hak ve adalete uygunluğu görülecektir.        

Bu arada hayati önem arz eden ve seçim sistemimizin temsilde adalet prensibini yok sayan mevcut seçim barajının adaletsizliğini de unutmamak lazım. Bizdeki %10 gibi hiçbir özgür ülkenin seçim kanununda olmayan ucube bir baraj sistemi halen yürürlükte. Mevcut meclisteki siyasi partiler seçim vaatlerinin aksine yıllardır 12 Eylül rejiminin Türkiye’nin başına bela ettiği bu barajı kaldırmak gibi bir niyetlerinin olmadığı görülüyor. Bu onların hesabına da geliyor. Seçimde hak etmedikleri kadar milletvekili çıkarıyorlar. Bununla övünmek değil utanmak lazım. Süratle barajın kaldırılması ve hak eden kişilerin mutlaka meclise girmesinin sağlanması gerekir.                                                                                                                                                                                                                                                                 

Biz çocukken evlerde arkadaşlarımızla evcilik oyunu oynardık. Evde, anne ve babalarımızdan gördüğümüz davranışları oyunlarımıza uygulamaya çalışırdık. Bunda başarılı olduğumuz nispette oyunlarımızın da güzel olduğunu düşünürdük. Hatta yeni bir arkadaşımızın yeni uygulaması pek hoşumuza gitmezdi. Zira şimdiye kadar gözlemlediklerimiz en güzel oyunu oynadığımızın ispatıydı. O zaman öyle görmüş, öyle biliyorduk. Biz küçücük çocuklardık. Hiçbir pedagojik formasyonumuz yoktu. Bize doğru dürüst daha geliştirici oyunlar öğretilmedi. Kendimiz oynadığımız oyunlarla mutlu oluyorduk. Şimdi ülkenin sosyal mühendisleri de kimselere bir şey öğretmiyorlar. Güzeli ve doğruyu söyleyenleri de tu kaka ediyorlar. Mevcut düzen onlar için en iyisidir. Değiştirilmesi hatadır, düzenin devam etmesi gerekir ki istedikleri gibi sahada at oynatabilsinler.    
AV.KEMAL BİNGÖLLÜ
kemal.bingollu@gmail.com

2 Mart 2013 Cumartesi


HAK ARAYICILARI MI ? - TERÖRİSTLER Mİ?

(2MART 2013)

             PKK ile son günlerde yapılan BARIŞ SÜRECİ görüşmelerinde kamuoyunun bazı çevrelerinin art niyetli olmayan endişeleri var. Endişeleri olan kesimden söz ediyorum. Endişesi olmayıp BARIŞA tamamen karşı çıkan odaklara bir sözüm yok. Onlar etnik kimliğin (TÜRK kimliği ) dışında hiçbir çözüm kabul etmeyen radikal kesim. Kendileri bu yazımın dışında kalıyorlar. Bir başka yazıda onlarla tartışmaya açığım.
             
             Burada konu edeceğim husus başlıkta da belirttiğim gibi bugünlerde Barış için oturulup konuşulan ve yol haritasının çizilmesinin çalışıldığı taraflardır. Bir taraf belli, diğer tarafa gelince, yıllardır topluma terörist katiller diye benimsetilmeye çalışılan ve de büyük ölçüde benimsetilen bir silahlı örgüt. Yani PKK, onun temsilcileri ve 14 yıldan beri İmralı’da tutuklu bulunan liderleri Abdullah Öcalan.

             Bebek katili, İmralı canisi, devleti bölücü katil sürüleri v. s. diye adlandırılan ve en az 30 yılı aşkın süredir dağlarda silahlı mücadele veren bu örgüte artık (tamamen kendi düşüncemdir) HAK ARAYICILARI sıfatını kullanmak gerekir. Niçin hak arayıcılarıdırlar. Ne hakkı arıyorlar, diyebilen bir TC. vatandaşı zannediyorum ki artık yoktur. Yukarıda sözünü ettiğim radikal kesim, bunların dışında. Ben makul düşünebilen, ülke gerçeklerini gören, Anadolu’da  yaşayan insanların çok çeşitli etnik guruplardan oluştuğunu tespit eden,  bu ülkeyi bu halklarla birlikte kabul edip benimseyen kesime sesleniyorum.

              Geçen 30 yıllık kanlı süreçten kimsenin mutlu olduğu söylenemez. Bu sürede yalnız analar ağlamadı. Babalar da, kardeşler de, eşler de, evlatlar da, akrabalar da ve vicdan sahibi yurttaşlar da her ölümde ağladılar. Ağlamayanlara yine sözüm yok. Ancak lanet okuyabilirim. Süreç içinde bebekler de öldü. Bu fecaatin kasten yapıldığını nasıl söyleyebiliriz? Nasıl ki, CEYLAN kızın öldürülmesi gibi. Bunun gibi daha yüzlerce örnek verebilirim. Hakikatleri araştırma komisyonu kurulması önerileri ağırlıklı olarak bunlar içindir. Barış yapıldığında dahi, yapılacak araştırmalarda bu tür kasıtlı cinayetlerin suçluları bulunup cezalandırılmalıdır. Onlar hiçbir şekilde affı kabil olmayan, gerekçeleri de olamayacak olan, insanlık suçu işlemişler ve bunun cezasını da çekmek durumundadırlar. Bunları, 90 yılı aşkın süredir hakları gasp edilen, varlıkları inkar edilen ve asimile edilmek için ne gerekirse yapılan bir halkın mensupları ile karıştırmamak lazımdır. Bu halkın bir kesiminin eylem şeklinin doğru veya yanlışlığının tartışmasını yapabiliriz. Bana göre yapılan silahlı mücadelede kan döküleceği, masum insanların hayatlarını kayıp edeceği nedeniyle yapılmasının yanlış olacağı, düşüncesindeydim. Bazıları da bunun demokratik yöntemlerle olamayacağı, o yolla sürecin bir fayda sağlamayacağı, sistemin bunu engellediği, ancak silahlı direnişle sonuca varılabileceği görüşündeydiler. Yaşadığımız olaylar ve ileride tarih kimin haklı olduğuna karar verecektir.

             Şu hususa da dokunmadan geçmemek lazım.  Kamuoyu şunu iyi bilmeli ki, Türkiye Kürtleri, çok cüzi bir kesim istisna edilirse, ezici bir çoğunlukla, korkulduğu gibi, hiçbir şartta bölünmeden yana olmamıştır. Bazı çevrelerin bu konudaki endişelerinin yanlış olduğu Abdullah Öcalan’ın son BDP milletvekilleri ile yaptığı görüşme sırasındaki açık konuşması ile bir kere daha vuzuha kavuşmuştur. Bunun,  aksi ajitasyonlara itibar edilmeden,  gidilen yolun doğru bir yol olduğu, yola vicdan rahatlığı içinde devam edilmesi son şansımızdır.        

AVUKAT KEMAL BİNGÖLLÜ                                                                                                                                        kemal.bingollu@gmail.com

24 Şubat 2013 Pazar

KEMAL KILIÇDAROĞLU  -  C.H.P.si
(24 Şubat 2013)
                CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu ile biraz dertleşmemiz lazım. Şimdi denilecek ki, senin üstüne vazife mi? Sana ne elalemin genel başkanı ile dertleşmek? Bunları sabırla dinleyeceğim. Ancak CHP’nin genel başkanı beni çok ilgilendiriyor. Cumhuriyetin kurucu partisi, 1960’lı yıllardan itibaren kendisini sosyal demokrat olarak tanıtmış bir siyasi parti. Ayrıca rahmetli babamın (hüviyetini hala çekmecemde, gözlüğü, çakmağı, saati ile birlikte sakladığım ve sık sık onları izlediğim ve her seferinde içimde bir burukluk hissettiğim) üyesi olduğu bununla da gurur duyduğu bir örgüt.
                 Üniversite yıllarından beri CHP”nin sosyal demokrat olmadığını tespit etmiştim. Rahmetli Ecevit zamanında bile parti kadrolarına çöreklenmiş oldukça fazla nasyonalist, feodal ve sosyal demokrasi ile uzak-yakın ilişkisi olmayan zevatın partiyi nasıl yönettiklerine tanıklık etmişliğimiz var. Parti sosyal demokrat sloganları ile ve Ecevit’in karizması sonucu 1970”li yıllarda % 40 oy oranına bile kavuşmuştu. O zamanlar dahi kadrolarında Turan Feyzioğlu’ların, Kemal Satır’ların, Ferit Melen’lerin, Nihat Erim’lerin ve benzer şahsiyetlerin bulunduğu ve de yönetici kadrolarında yer aldığı bu siyasi partinin sosyal demokrat siyaseti takip edemeyeceğini anlamıştım. Yine de içimde bir ukde vardı. Acaba toparlar, belli bir çizgiye bir gün gelirler mi, diye düşünüyordum. Hatta bir ara rahmetli Erdal İnönü’nün genel başkanlığı döneminde daha da ümitlenmiştim. Orada da kadrolar eskisi gibi kaldı. Ancak parmakla sayılacak kadar az da olsa sosyal demokrat düşünceli kişiler kadroda oldular. Aynen şimdiki gibi. Hatta, şimdi bayağı iyi. Sayın Kılıçdaroğlu ile birlikte partide sosyal demokratlar ağırlık kazandılar.
                2011 genel seçimlerinden sonra bayağı ümitlenmiştim. Sosyal demokrat bir kişiliğiniz olduğundan şüphe etmiyorum. Yönetim kadrosundaki sosyal demokrat ağırlığı da görüyorum. Heyhat, peki bu zafiyet neden kaynaklanıyor? Meclis gurubunuzun hali hiç de parti meclisinizi yansıtmıyor. İçeride hakiki anlamda siyasi görüş ayrılığı mı var? Yoksa affedersiniz amma kayıkçı kavgası mı yaşanıyor? Bunu bizlerin bilmesi lazım.
                 Sayın Kılıçdaroğlu, yakın bir tarihte siyaset meydanındaki röportajınızı izledim. Bir yerinde ulusalcılıkla milliyetçiliğin aynı kavramlar olduğunu açıkladınız. Doğru ve isabetli açıklama. Hiç olmazsa kavram kargaşasını önlemiş oldunuz. Partinizdeki ulusalcı kesim, kendilerinin milliyetçi değil, ulusalcı olduklarını savunuyorlar. Bu açıklamanız ile bir demagojiye umarım son verilmiş olur. Ancak yine parti sözcüleri ve siz de dahil olmak üzere, varsaydığınıza göre milliyetçilik kavramının klasik anlamda olmadığı, Atatürk milliyetçiliğini kapsadığı; orda da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin toprakları üstünde yaşayan herkesin Türk olarak kabul edildiği görüşü hakim. Ancak, Türklük sıfatının belli bir etnisiteyi içerdiği de izahtan varestedir.  Günün şartlarına göre (1924-1925 ve devam eden yıl ve olayları hatırlayalım) CHP’nin umdeleri arasında olan milliyetçilik bu kavram dolayısıyla pek birleştirici bir unsur olmamıştır ve buna ülkemiz Kürtlerinin itirazı vardır. 90 yıllık bu dayatma ve asimile politikası tutmadığı gibi çok da tepki çekmektedir. Bunda ısrar etmenin ülkeye ve halklarına bir fayda sağlamayacağı, aksine çekişme yarattığı ve ısrarın da tekrar yaratacağı bellidir. Lütfen bu nazik konuyu biraz daha düşünmenizi dilerim. Halkçılık umdesi bizim neyimize yetmez?
                Küçük bir ayrıntıdan daha söz etmem gerekiyor. Ali Kırca ile konuşurken ulusalcılık ve yurtseverliğin aynı şeyler olduğunu söylediniz. Aynı mefhumlar değiller amma, size olan sevgi ve saygımızdan, aynı olduğunu kabul edersek ben ve benim gibi düşünen sosyalistler, demokratlar hakikaten yurtseveriz ve bu tarafımızla gurur duyarız.
                Bilmem acaba birazcık olsun düşündüklerimi anlatabildim mi?
                Sizi, partinize ve başarı dilekleriyle halkımıza emanet ediyorum.
Av. KEMAL BİNGÖLLÜ
kemal.bingollu@gmail.com

21 Şubat 2013 Perşembe


TÜRKİYE'NİN BİRİNCİ DERECEDE ÖNCELİKLİ PROBLEMİ: KÜRT MESELESİ VE BARIŞ   (21 Şubat 2013)

 Gelişmeleri hep beraber takip ediyoruz. Siyasi iktidar öncelikle 35 yıldır devam eden bu kirli savaşı sonlandırmak ve sonra da Türkiye Kürtlerinin sorunlarını çözmek için uzun bir süreden beri bir çalışma içindedir. Bu çabaları yok saymak mümkün değildir.

Aynı şekilde Kürtlerin temsilcisi olan (belki de bir kısmının) BDP de öncelikle Türkiye Kürtlerinin Cumhuriyet'in başlangıcından beri (1924 anayasası itibarıyla) devam edegelen sorunları çözmek ve sonra da barış yapılması için çaba göstermek üzerine bir strateji tespit etmiştir ve bu yolda çaba sarf etmektedir. İlk bakışta aynı denen bu iki tez, biraz dikkat edildiğinde aynı değildir. Aralarında ki fark çözümün sıralanmasından kaynaklanmaktadır. 

Bu yazıda bu durumu irdelemeyeceğim. Bugünkü konumuz tamamen Kürtlerin demokratik haklarının kabul edilmesi ve bunların nasıl, yapılacak olan yeni anayasa ve kanunlara geçirileceğidir. Ancak, kirli savaşın bitmesi, bazı çevrelerin birinci önceliği (benim de) olduğu da bir gerçektir.

Medya ve diğer iletişim araçlarında ülkenin aydınları, siyasileri ve bilim insanları uzun süredir bu konuda tartışıyorlar. Genelde tartışmaların ağırlığı çözüm yönünde olmayıp, tartışanların siyasi düşüncelerinin propagandası şeklinde yürütülmektedir. Bundan da bir sonuç alınamayacağı kaçınılmazdır. Kendilerini milliyetçi olarak sunan ve fakat ırkçı görüşleri savunan (ki benim için farkı olmayan) tartışmacıların bu konuya getirebildikleri her hangi bir çözümleri olamıyor. Bir tek şey söylüyorlar,"eski mevcut durum doğrudur, bundan vazgeçilemez. Aksi vatana ihanettir. Kürtlerin anayasaya göre Türk olmalarına binaen her türlü hakları mevcuttur. Mevcut sistemi değiştiremezsiniz." Bu tez MHP ile CHP'nin ulusalcı diye nitelendirilen kesimi tarafından dile getirilmektedir. Bu demektir ki, 35 yılı aşkın süredir devam eden bu çatışmanın hiçbir önemi ve değeri yoktur. Hakları gasp etmeye ve savaşa devam ediniz. Ülkenin çocukları ölürse ölsün. Kardeş diye oturup kalktığımız her yerde sözünü ettiğimiz insanlarımız kendi yanlış düşüncelerinden dolayı ne olurlarsa olsunlar umursamayız. Onlar bin yıldır bizim kardeşimizdirler. Bu kadar zaman içinde asimile olmamışlarsa bu bizim suçumuz değildir. Ya buna alışacaklar veya katlanacaklar. Üçüncü bir alternatifi kabul etmeyiz. 

l924 anayasası ile M. Kemal Atatürk te bunu söyledi, Nihal Atsız da. Sonuncusu ırkçı ve kafatasçı bir ideologdu. Ancak M. K. Atatürk’ün  1921 anayasası ve 1924 İzmit basın toplantısında belirttiği ve söyledikleri hatırlanırsa, kendisinin hiç de böyle düşünmediği anlaşılır. Pragmatik bir düşünceye sahip olan M. Kemal 1924 tarihinde oluşan Şeyh Sait ayaklanması ile Musul ve Kerkük konusu halledilmemiş olan Lozan Antlaşması'nın tehlikeye gireceğini  hesap ederek bazı tedbirlere başvurmuştur. Yanlıştır, doğrudur. Onu tarihe bırakacağız. Bizim yapacaklarımız, tarihten örnek alarak doğruyu bulmaktır. O tarihin şartlarına göre,  ülkede çok partili hayata geçmek mümkün olmadı. Bunun gibi onlarca örnek vermek mümkün. M. Kemal yapmadı diye bir gerekçe ile statükoyu savunmak abesle iştigaldir. 

Barış ve demokrasi konusunda umut, demokrasiyi, hakkı, adaleti, eşitliği, insan hak ve hürriyetlerini savunan aydınların, bilim adamlarımızın, siyasilerin ve özgürlükten yana geniş halk kitlelerinin desteğini sağlamaktır. Bu izlenimime göre güçlü bir şekilde vardır. Siyasi iktidarın genel başkanı sayın Erdoğan kararlıdır. Teşkilatını ve meclis gurubunu da dinliyor, onlarla devamlı fikir alışverişinde bulunuyor. Bu mücadelede kendisine partisinin dışında olan aydınların, liberal ve sosyalistlerin de destek verdiğinden şüphem yok. Eski bir deyimle "Şeker var, un var, yağ var, hadi bakalım helva yapınız".  Bu konu kolay değildir. Büyüklük zoru başarmaktır. 

9 Şubat 2013 Cumartesi

ŞİMDİ SİZE NE DEMELİ - 2 
(27 Ocak 2013)



Türkiye bu günlerde barış için ileri adımlar atmakta; ancak bazı çevreler geçmişten beri gördüğümüz gibi, barışı istememektedirler. Kendilerine göre gerekçeleri de olabilir. Ülkedeki her siyasi düşüncenin bu konuda değişik fikirleri de olabilir. Demokrat bir kafa tüm bu fikirleri ve gerekçeleri dinler ve gerekirse kendi düşüncelerini de karşı tez olarak anlatmaya çalışır. Ben de şimdi bu yazım da kendi düşüncelerimi anlatmaya çalışacağım.

Öncelikle, içinde sürüklendiğimiz ve 35 yıldan beri devam eden bu kirli savaş neden başladı? Kamuoyunun bu sorunun cevabını açık ve net olarak bilmesinde büyük yararlar vardır. Türkiye Kürtlerinin sosyalist kanadı olan ve kendisini parti olarak PKK diye adlandıran, Abdullah Öcalan’ın liderliğini yaptığı siyasi örgüt, Türkiye Kürtlerinin sosyal, kültürel ve siyasi haklarının 1924 Anayasasından itibaren gasp edildiğini, tabii vatandaşlık ve insan haklarından olan bu hakların alınması için devlete karşı silahlı mücadele yapılması gerektiğini savunuyordu. Bu yazımda yöntemin doğru veya yanlışlığına girmeyeceğim. Ancak, bu yöntemin gerek ülkeye ve gerekse özellikle Türk ve Kürt halkına verdiği olağanüstü kayıpları hep beraber yaşadık.

“Bu kayıplar umurumuzda değil, bize ne” tarzı düşünenlere bir diyeceğim yok. Onlara biraz sonra bazı hususları anlatmaya çalışacağım. Ancak 35 yıldır olanlar, bizlerin telafisi imkansız kayıplar yaşamamıza neden oldu. Önce 90’lı ve sonra 2000’li yıllarda yapıcı barış ve anlaşma girişimleri oldu ise de, barış her seferinde sudan bahanelerle engellendi. Hatta engelleyemeyeceklerini anladıkları zaman da önemli figürler yok edilerek başarı sağlandı. Temenni ederim ki bu sefer geçmişteki gibi başarılı olamayacaklardır. Esasen, bu iktidar haklı taleplerin büyük kısmını halletti. Ancak hala tamamlanması gereken eksiklikler var. Umarım daha fazla vakit ve kan kaybetmeden tüm demokratik haklar gerçekleştirilir. Bu ülke ve ülke insanları barışa kavuşur. O zaman biz de onları kahraman ilan eder ve önlerinde saygı ile eğiliriz. İşte o zaman TÜRK-KÜRT kardeşliği bihakkın gerçekleşir. Yoksa yalancıktan üvey kardeşe yapılan muamele tarzı kardeşlik safsatasının zamanı artık geçti. Kardeşlik her zeminde, her yerde ve her hususta eşitliğin var olmasını gerektirir.

Yoksa “TÜRK ulusu ile KÜRT milliyeti eşit olamaz” gibi çarpık fikirlerin halen içimizde maalesef TBMM çatısı altında terennüm edilmesi çok çok üzücüdür ve maalesef kendilerini sosyal demokrat diye adlandıran gizli nasyonalistler tarafından savunulduğu da bir gerçeğimizdir. Her zaman söylüyorum. MHP mensuplarına bir sözüm yoktur. Onlar kendi ideolojilerinin gereğini açık bir şekilde yerine getiriyorlar. Sahte sosyal demokratların kendilerinden daha uç söylemlerini de zevkle alkışlıyorlar. Bundan tabii ne olabilir ki… İttihat ve Terakki’nin uzantıları TBMM’ne sosyal demokrat kisvesi altında girmiş; nasyonalist fikirlerini bu kisve altında salyası aka aka savunmakta; üstüne üstlük meşru müdafaa hakkını kullanarak saldıracağını söylemektedir. Behey zavallı sosyal demokrat bozuntusu! Bilmen gerekir ama herhalde bilmezlikten gelip kendini sosyal demokrat olarak satmak istiyorsun: Sen nasyonal solcusun. Ve tabii eğer solcuysan!  “Atatürkçüyüm” falan da deme sakın. Yakın tarihi bilen kişileri de aldatamazsın. Etrafında bir avuç senin gibi düşünenlere ve sana tavsiyem iyi niyetli ve çalışkan Genel Başkanınıza çelme takmamanızdır. Partinizden ayrılırsanız fazilet gösterirsiniz ama sizlerden bunu beklemem.

Av. KEMAL BİNGÖLLÜ

ŞİMDİ SİZE NE DEMELİ - 1(26 Ocak 2013)



İnanın bazı konularda yazı yazmak insanın içinden gelmese de yazmak zorunda  hissediyorsunuz . İki günden beri aymaz bir kişinin TBMM çatısı altında yaptığı ve sonraları devam ettirdiği bir konuşma kendi kendime “lanet olsun sana ki, böyle insanlarla aynı ülkede yaşıyorsun”  dedirtti. Bu kadın bir profesör. Bu kadını dinleyelim. Ne diyor? Özetle: “Türk ulusu ile Kürt milliyetini bana eşit gördüremezsiniz”. Açık şekilde nasyonalist  düşüncenin sözcülüğünü üstlenmiş.

Esasen burada vahim olan durum o anda meclisteki CHP’li milletvekillerinin birkaçı hariç, toplu halde konuşmaya alkış  tutmalarıdır. Bu alkışlara MHP grubu da destek vermiş. MHP’ lilere denilecek bir sözüm yok. Bana göre yanlış da olsa kendi ideolojilerinin gereğini yerine  getirmişler. Esas acayip olan CHP’nin ulusalcı kanadı diye nitelendirilen milletvekillerinin düştükleri çukurdur. Siz şimdi teker  teker ortaya çıkıp “evet biz nasyonalistiz - biz faşizan düşünüyoruz” demek cesaret ve mertliğini göstermeniz gerekir. Çıkıp söyleyin, demokrasiye  inananlar açısından bunda hiçbir engel yoktur ve size saygı duyarız. Ancak “biz ırkçı veya kafatasçı değiliz ama Türk milleti ile Kürt milletini de eşit görmüyoruz ”diyemezsiniz .  Bu  takdirde biz de size ırkçı ve bölücü damgasını yapıştırırız. Aynı konuşmayı tersine çevirip Türk yerine Kürt’ü koysam, o takdirde sizler bana koro halinde “Irkçı-Kürtçü” demeyecek misiniz?

Sizler Mustafa Kemal’in yolunda bile değilsiniz. O günün olağanüstü şartlarına göre CHP’nin  umdeleri arasına giren milliyetçilik kavramı artık anlamını yitirmiştir. Çağdışı kalmış, 20.yüzyılın ilk çeyreğine dayanan sapık ideolojilerden uzak kalmanız, hümanizme saygı göstermenizin zamanı gelmiştir. İçinizde, üzülerek söyleyeyim, bilim insanları var. Sizin de hocalarınız olan bir kısmını çok yakından tanıma fırsatım oldu. Hakiki anlamda değerli bilim insanlarını da tanıma imkanına kavuştum ama bir kısmının da ne tür insanlar olduklarına bizzat tanık oldum. Bu nedenle bilim insanı olmak , mükemmel kişiliğe sahip olmak anlamına gelmemektedir. Zannediyorum sizin gibi düşünce ve davranışa sahip olanlar da bu son bölüme girmektedir. Bundan dolayı da hakikaten üzülüyorum. Lütfen ya kafanızdaki bu çarpık fikirlerden vazgeçin veya ait olmanız gereken siyasi bir platformda lütfen yerinizi alınız. Halkınızı ve seçmeninizi aldatmayınız.  Doğru, temiz görünüp kirli davranmayınız. Bu ülkede yaşayan insanlar artık barış istiyorlar. Eşitlik istiyorlar. Kardeşlik istiyorlar. Ama sizler bizim kardeşimiz olamazsınız. Ta ki kafanızdaki o fikirleri değiştirene dek. Biz Türkiye halkı olarak menfur fikir ve eylemlerinizi lanetliyoruz. Meşru savunma gerekçesi ile yapılan saldırıların bu ülkeye neye mal olduğunu da hep birlikte yaşadık ve halen yaşamaktayız. Barışın önünde engel olmaya kalkmayın, cürmünüz kadar yer yakarsınız. Türkiye de halklar bir arada yaşamak arzusundalar. Türkü ile Kürdü ile, Lazı, Çerkezi, Arabı, Ermenisi, Abazası, Gürcüsü, Hrıstiyanı ve Yahudisi, Alevisi, Sunnisi ile bir arada Türkiye Cumhuriyeti Halkı olarak yaşamak istiyorlar. Ama şunu da unutmayınız ki TAM eşitlik statüsünde yaşamak istiyorlar. Bunu artık eskisi gibi çarpık zihniyetler engelleyemeyecek. Toplum bilinçlendi , bir milletin diğer milletlere hakimiyet kurmasına, onları ikinci sınıf statüsüne koymalarına müsaade edilmeyecektir. İşte meşru müdafaa budur. Bu ülkede herkes eşittir. Yine de hayır diyorsanız, kişiler olarak aşağıdasınız ve artık o çukurdan çıkma gayretini gösterin.

Av.KEMAL BİNGÖLLÜ

Özür bekliyorsanız ben de özür dileyeceğim(6 Şubat 2013 - Taraf Gazetesi)



Çok sayın, çok çok sayın milletvekilimiz Birgül Ayman Güler hanım; Emir buyurdunuz ve beklediğinizi söylediğiniz gibi sizden özür dilemek için iş bu yazıyı kaleme alıyorum. Ancak emir buyurduğunuz şekil de ne partinizden ve ne de Türk milletinden özür dileyeceğim. Onları tamamen bu konunun dışında tutuyorum. Siz partinizden ve Türk milletinden özür dileyin. Ben sadece yüksek şahsiyetinizden özür dilemek istiyorum.


Meclis konuşma metninizdeki ,”Türk ulusuyla Kürt milliyetini bana eşit gördüremezsiniz” vecizenizi anlamadığım için, sizden özür diliyorum. Ulusalcılığınızla ülkemizin başına yıllardır tahammül edilemez dertler açtığınızı düşündüğüm için sizden özür diliyorum. Bu yaşa (73)gelinceye kadar sizin ve sizin gibi nasyonalist düşünenlerin İttihat ve Terakki uzantıları olduğunuzu düşünemediğim için sizden özür diliyorum. Bu şekilde düşüncelerin sahibi olduğunuzu önceleritahmin dahi edemediğim için sizden özür diliyorum. Barışa bu kadar yaklaşılmışken sizin, bir halkın diğer bir halktan daha aşağıda olduğu faraziyenizi zamanında lanetleyemediğim için, sizden özürdiliyorum.


Partinizin son yıllardaki yenilenme hareketlerine girişmesi karşısında tabanınızın sizinle aynı şekilde düşünmemesinden kaynaklanan sizin kan kaybına uğramanızdan dolayı sizden özür diliyorum. Bu kafa ile giderseniz, artık CHP çatısı altında kendinize yer bulamayacağınızdan dolayı, sizden özür diliyorum. Kaybedecek bir şeyiniz yok. Hazır çiçeği burnunda milletvekilisiniz. Düşüncelerini hiç dolandırmadan savunan MHP’ye rahatlıkla girebilirsiniz. Onlar sizi bağırlarına basarlar. Siz de olmanız gereken yerde olursunuz. Bu teklifi yaptığım için sizden özür dilemiyorum. Geciktiğim için de sizden özür diliyorum.


Sizi çok eski yıllarda tanımadığım için de sizden özür diliyorum.


Basın toplantısındaki emirlerinizi yerine getirdiğim için her halde mutlusunuz. İşte gördüğünüz gibi, biz öyle bir halkın evlatlarıyız ki bize verilen her emir ve talimatı harfiyen yerine getirme alışkanlığına şartlandırılmışız. O nedenle emrinizi biraz gecikme ile yerine getirdiğim için de sizden özür diliyorum. Bir şeyi unuttum. Ne yazık ki siz asimile oldunuz ve şükürler olsun ki ULUSALCI da oldunuz. Ancak ben Kürtçeyi bilmediğim halde bir türlü asimile olamadım. Bunun içinde yüksek şahsiyetinizden özür üstüne özür dilerim.

Av. Kemal Bingöllü

NE ZAMAN BARIŞ YAPACAKSINIZ?(10 Eylül 2012)






Uzun süreden beri yazmak istiyordum. Ancak insanlarımız nasıl olsa biran evvel akıllarını toparlar ve vahşete bir son verirler diye düşündüğümden hep erteledim. Fakat görülüyor ki toplum önderleri olduğunu söyleyen ve toplumda da bu konumları kabul edilmiş kişilerin akıl zafiyetlerinin devam ettiği, gittikçe inatlaştıkları, bunların böyle devam ederse barış falan yapmayı düşünmeyeceklerini gördüm.

Peki,ne olacak? Bu savaş hep devam mı edecek? Anadolu'da ki halklar (Türk milliyetçilerinin tabiri ile Türk milleti, Kürt milliyetçilerinin tabiri ile Kürt halkı)size bu yetkiyi verdi mi?.

Meselenin başından başlamak ve bu olanların nedenlerini anlatmak lazım.

Yüzlerce yıldır Anadolu topraklarında beraberce yaşayan bu insanlara ne oldu? Şimdi devlet ile bir kısım Kürtler neden birbirlerini öldürüyorlar?

Cumhuriyetin kuruluşundan bir süre sonra olagelen başkaldırılara gitmek uzun iş ve çok polemiklere yol açar. Devlet haklıydı, Kürt isyancılar haklıydı, demeyeceğim. Şimdilik o olayları yakın tarihimize gömelim. Esas bu güne gelelim, bugüne.

Siz elli yıldır doğru dürüst gülmeyen 73 yaşındaki bir adam düşünebiliyor musunuz? İşte bu adam (eğer sayarsanız) bu satırların yazarıdır. Nedenlerini yazıyı okuduktan sonra belki anlayabilirsiniz.

Kendini taraf olarak gören emir, talimat ve karar veren yetkililere sesleniyorum. İnançlı iseniz ALLAH'TAN KORKUN, değilseniz İNSANLIĞINIZDAN UTANIN!

İkinci Dünya Harbi sonrası, medeni dünya Faşist –Nazi zulmüne son vermiş, o tarihe kadar ve halen tespit edilebilen en gelişmiş devlet yönetimi sistemi olan DEMOKRASİYE geçmişti. Bunun tabii sonucu olarak ta az gelişmiş veya gelişmekte olan devletler de mümkün mertebe bu gelişmeye ayak uydurmaya çalışıyorlardı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de bunlardan birisiydi. Adına Demokrat Parti denilen parti bile kurulmuş ve kısa bir zaman içinde iktidar olmuştu. Tabii ki o tarihte Demokrasi kültürü çok zayıf olan bir toplumduk. Ancak yine de toplumun bazı kesimlerinin eşitlik ve adalet talepleri vardı ve bu talepler o kesimin aydınları tarafından yavaş yavaş dile getirilmeye başlamıştı.

Özellikle 1961 Anayasası'nın 12 Eylül Anayasası'na göre daha demokratik olması nedeniyle günün Kürt kökenli demokrat aydınları (ki bunlara vatan haini damgası derhal vuruldu) anayasanın eşitlik ilkesine göre Kürt toplumunun sosyal ve kültürel haklarının kabulü, tanzimi ve bunun hayata geçirilmesi taleplerine başvurdular. İşte o zaman Faşist beyinler tarafından kıyamet koparıldı. Türkiye'de yaşayan hiçbir Müslüman Türkten başka bir etnisiteden olamazdı. Hele "Kürt" denilen halk özbeöz Türktür, onlar kart kurt dağ Türkleridir. Bu inkar politikası yıllarca devam etti ve aksini savunanlarda hapishanelere ve maalesef mezarlıklara yollandılar.

İnkar politikası ne zamana kadar devam etti? Ne zaman ki Abdullah Öcalan liderliğinde bir kısım  Kürt silahlı eylem kararıyla vuruşmaya başlayınca ve bu hareket  Türk ve dünya kamuoyunca öğrenildiğinde bu kere resmi otorite inkarı terk ederek Kütler ve Türkler kardeştirler. "Bin yıldır beraber yaşıyoruz. Birbirimizden kız alıp verdik, akraba ve kardeş halkız", demeye başladılar ve bu deyişlerini halen en faşistleri bile sürdürüyor. Fevkalade ileri bir duruş sergilendiği görüldü .Şunu da belirteyim ki yazarında babası Kürt, anası Türk, eşi Kayı aşiretinden gelme TÜRK’tür. Çocuklarını varın siz sınıflandırın. Konuyu etnisiteye dayalı milliyetçilikle ele almak bana göre etik değildir.

Siyasi iktidarlar ülkenin bu birinci öneme haiz meselesini kendi dünya görüşlerine göre hallettiklerini sandılar. Kürtçe yayın yapan bir resmi TV kanalı, Kürtçe dil kursları serbestisi, Üniversitede Kürt Dili Ve Edebiyatı bölümü, Anadilde konuşma, özel yazışma ve şarkı söyleme serbestisi vs. izinlerle konuyu hallettiklerini söylüyorlar. Kısacası anadilde eğitim hakkı dışında kültürel haklarınız vardır ve kullanabilirsiniz, denilmektedir. Bu izinler benim için harika şeylerdir. 1960'lı yıllarda "Türkiye'de Kürtler de yaşıyor", dediğim için vatan bölücüsü, hain denilerek Koskoca Genel Kurmay Askeri Mahkemesi'nde TCK.125.maddeye göre idamla yargılanıp, paçamı bir yıl altı ay hapis cezası ile kurtaran bir kişi olarak mutlu olmam gerekir. Ama sonraları bizlerin düşündüğü gibi olmadı. Bizden sonra gelen nesil daha başka şeyler istemeye başladılar. Bu nedenle silahlı mücadeleye başlayacaklarını söylediler ve de başladılar. Uzun sürecek Demokratik mücadele yerine silahlı mücadele yolunun tercih edilmesi ve konunun karşılıklı kan dökülerek çözülmesi benimsenebilinecek bir yöntem olmadığı düşüncesi ile 70'li yıllarda liderlerine onlarla beraber olunamayacağını söylediğimi anımsıyorum. Bu o tarihte isteklerin haksız olduğu, bu nedenle katılmadığım anlamına gelmemelidir. T.C.Devleti'nin bölünmesi gibi yanlış ve halkımı felakete götürecek bir fikrin dışında demokratik talepler içeren her isteğin altına tereddütsüz imzamı atarım.

Şimdi gelelim esas konuya. Bu kirli savaşı nasıl ve ne zaman bitireceksiniz? Gözlerini kan bürümüş taraflara sesleniyorum. Halkınızın masum çocuklarının ölümleri üzerinden birlik ve beraberlik kuramazsınız.
 Sizler iki düşman devlet değilsiniz. Kurtuluş Savaşı'nda Anadolu halkı kaç şehit verdi? "Savaştan sonra hudutlarınızı tespit ettiniz ve içeride kalan halkına vatanı kurtardık, ölenler bizim şehitlerimiz", denildi. Bu kere tüm dağdakileri öldürüp sonra içeridekilere ne diyeceksiniz? "Sizin çocuklarınızı öldürdük. Kalın sağlıcakla" mı diyeceksiniz? Siz dağdakiler, yarın bir araya gelinirse, sizin öldürdüğünüz zavallı Anadolu çocuklarının ailelerinin yüzüne nasıl bakacaksınız? Size göre sizin gerillalarınız şehit oldu. O çocuklar ne oldu? İçinden çıkılamaz bir girdaba girmek üzereyiz. Bu iki taraflı katliama artık bir son verilmeli.
Devleti yönetenlere sözüm. Kürtler bizim kardeşlerimiz sözünü kullanmayın. Kürtler bu zihniyetinizle sizin ana bir baba ayrı üvey kardeşleriniz galiba. Üstelik ananın evlilik dışı çocukları. Sokağa atamıyorsunuz. Ana üzülecek diye. Kardeş hakkı vermiyorsunuz, mirasa ortak olacaklar diye. Evin bir köşesinde kalsın. Aileye marabalık yapsın. İşte sizin kardeşlik statünüz bu!
Dağa çıkıp kavga verenlere sözüm. Türk yönetimi size hakiki anlamda kardeş olduğunuzu söyleyip, eşitlikçi, adaletli ve demokrasininin tüm vecibelerini yerine getireceğini söylediğinde artık silah bırakın. Yetti artık. Kürt halkı da Türk halkı da bu kirli kavgadan bıktı.
ALLAH'TAN KORKUN

Av. Kemal Bingöllü


Harun Karadeniz üzerine


  KARDEŞİM HARUN KARADENİZ’DEN  ERGiN  SAYGUN PAŞAYA

Sene 1972, 12 Mart sıkıyönetiminin en kötü günleri. Deniz Gezmiş yakalanmıştı. Çok kısa sürede saçma bir yargılamadan sonra ölüm cezasına çarptırılmıştı. Malum TCK. nun 146. Maddesi. Hüseyin, Yusuf ve Deniz infaz edileceklerdi. Mart ayı başından itibaren Türkiye Radyoları 158 kişinin isimlerini her haber bültenlerinde okuyarak teslim olma çağrısında bulunuyordu.
Kısa bir süre içinde aranan kişiler emredildiği gibi Selimiye Kışlasına teslim oldu ve oradan Davutpaşa Askeri Cezaevin'e götürüldüler. Toplananlar arasında Harun Karadeniz ve ben de vardım. Askeri savcılık kitap halinde uzun uzun bir iddianame hazırlayıp yakalananları sıkıyönetim mahkemesine sevk etti. Ülkenin pırıl pırıl çocukları vardı içlerinde. Harun da bunlardan biriydi. Belki de en önemlisi. Ancak Harun içeride hastalandı. İstanbul Teknik Üniversitesi'nin 1968 tarihinde Öğrenci Birliği Başkanlığı yapmış ve çok önemli anti-emperyalist eylemler düzenlemiş, sosyalizmi tam özümsemiş bir arkadaşımızdı. Dışarıda ve cezaevinde herkesin saygı ve sevgisini kazanmıştı.

Em. Orgeneral  Ergin Saygun TSK. da uzun yıllar hizmet etmiş ve en üst rütbeye kadar terfi ederek emekli olmuş bir paşadır. Burada sayın generalin tutukluluk veya hükümlülük  nedenlerini kesin olarak tartışmıyorum. Ama o da herkes gibi bir insandır ve yaşam hakkına sonuna kadar sahiptir. Geçirdiği ağır hastalık nedeni ile geçte olsa ağır üçüncü ameliyat sonrası tıbbi ve insani gerekçelerle tahliye edildi. Buna memnun olmamak mümkün değildir. Bütün kalbimle kendisine ve ilesine geçmiş olsun dileklerimi sunuyorum. 

Bu olay bana kardeşim Harun Karadeniz’i bir kez daha hatırlattı.

1972 Mayıs, Haziran, Temmuz ve devam eden ayları. Harun cezaevinde hasta ve sevk edildiği Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesinde yapılan kontrollerde elinden başlayan bir kanser rahatsızlığının olduğu, ceza evi koşullarında tedavi edilemeyeceği, hatta Türkiye’de bu tedavinin mümkün olmadığı, mutlaka İngiltere’ye gitmesi gerektiği, tedavinin ancak orada mümkün olduğunu belirtir, bir rapor tanzim edilip sıkıyönetim komutanlığına ibraz edildiğini öğrendik. Bir sureti de kendisine verilmişti. Buna dayanarak mahkemeden tahliye edilmesine dair  uzun bir dilekçe yazdığımı, insani ve vicdani nedenlerle zaten suçsuz olan Harun’un tahliye talebinde bulundum. Mahkeme derhal bu talebimizi redetti. Kısa bir süre sonra aşırı ağrıları nedeniyle yeniden hastaneye götürüldü. Hastalık elden kola  sirayet  etmiş ve acilen müdahale gerekir, denilmişti. Derhal bu hususu anlatan bir dilekçe ile yeniden mahkemeye başvurduk. Mahkeme tekrar talebimizi reddetti. B taleplerimiz aylar boyu devam etti amma sonuç hep aynı oldu. Her seferinde ‘Tahliye talebiniz reddedilmiştir.’ denildi. Sonra Harun ve hepimiz Eylül ayı başında topluca tahliye edildik. Harun hemen İngiltere’ye gitti. Daha sonraki yıllarda içimizden bazıları(?) bakan oldu. Bazıları belediye başkanı oldu.
Harun’la 1974 yılında Kadıköy’de karşılaştım. Ceket giymişti. Bir kolunun olmadığını fark ettim.  İngiltere ‘ye gidip hemen ameliyat olduğunu, ancak çok geç kalındığını, hastalığının vücuda atladığını, artık yapılacak bir şeyin olmadığını, yaşayabileceği kadar yaşayacağını, söyledi. Kucaklaştık, ayrıldım yanından.  Bir yıl sonra gazetelerden vefat ettiğini, öğrendim. Onu da diğerleri gibi sonsuza uğurladık. Şimdi,  Vedat’ın, Taylan’ın, Hüseyin’in, Yusuf’un, Deniz’in, Ömer’in, Mahir’in ve dağa gidip ölenlerin, askere gidip ölenlerin  yanında. Korkum, eceliyle veya kaza suretiyle değil de bilinçli şekilde öldürülenlere bir son verilmemesidir. Sebep olan ve önleme imkanı olup ta önlemeyenler acaba rahat uyuyabiliyorlar mı? Ergin Paşadan aklıma geldi. Hiç iyi bir anımız yok ki.
AVUKAT KEMAL BİNGÖLLÜ